‘İnsan Hakları’ndan Önce ‘İnsan’
‘İnsan Hakları’ndan Önce ‘İnsan’
- ‘İnsan’Kelimesinin Kavramsal Çerçevesi
- Medeniyetlerin ‘İnsan Tasavvuru’
- İslam medeniyetinde insan tasavvuru
- Batı medeniyetinde insan tasavvuru
- İnsan Tasavvuru Oluşmadan “Hakkı” Söz Konusu Olabilir Mi?
- ‘İnsan Hakkları’ Terkibinin Tarihsel Süreci
- Adalet, Ahlak ve İnsan
- Sonuç
- İnsan Kelimesinin Kavramsal Çerçevesi
İnsan,Arapçains kelimesinden türetilmiştir. “Beşer”[1] anlamına gelen ins, daha ziyade insan türünü ifade etmekte olup, “insan topluluğu” erkek veya dişi her ferdine insî/enesî yahut insan denmektedir.[2]
Kelimenin aslının “unutmak” manasındaki“nisyan” kökünden türetildiği ileri sürülmüştür. Böyle düşünenler İbn Abbas’a nispet edilen, “İnsan ahdini unutması sebebiyle bu ismi almıştır”[3] şeklindeki rivayete dayanırlar. Bu kelime “üns”mastarı ile de irtibatlandırılmıştır. “Alışmak, uyum sağlamak” anlamına gelen “üns” Türkçede ünsiyet olarak kullanılmaktadır.[4]
Râgıb el-İsfahânî“ins” kelimesi ile ilgili olarak,“insana bu ismin verilmesinin sebebi, insanların birbirleriyle ünsiyet, ilişki kurmadıkları zaman varlıklarını sürdüremeyecekleri bir yapıda yaratılmış olmasındandır. Bundan dolayı, insan tabiatı icabı medenidir, şehirlidir, denmiştir. Zira varlığını sürdürmede bir diğerine muhtaçtır” der.[5]
Kur’an insanı iki seviyede ele almaktadır:
Bunlardan ilki, insanın maddi varlık yapısını karşılayan beşer, diğeri ise bu maddi yapıyı anlamlı kılan ruhsal yönü temsil eden insandır.
İnsan, insansı bir varlık olan beşer statüsünden çıkıp tam anlamıyla insanlık niteliğini kazandığı ana kadar tabiatın işleyiş seyrine bağlı olan diğer varlıklarla aynı kaderi paylaşmıştır.
Bu anlamda insan, biyolojik gelişimin en yüksek noktası, akli düzenin gelişmesinin başlangıcı durumundadır: “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçmiştir ki; bu süre içinde anılmaya değer bir şey bile değildi …”[6] Ayetinde insanla ilgili olarak anılmaya değer görülmeyen yön, insanın bu beşeri yönüdür.
İnsanın beşer yapısı, onun zoolojik tarafı ve tabiata bağlı olan yönüdür. İnsani yönü ise ‘zaman dışı’dır. Bu sebeple insan, kendini sürekli tabiatın dışında metafizik bir alanla irtibatlandırmak zorunda hisseder. Bu özelliği, onun yapısına zerkedilenzamandışılıktan gelmektedir.[7]
- Medeniyetlerin İnsan Tasavvuru
İnsanın kim olduğu sorusuna verilen cevap bir medeniyet için en belirleyici cevaplardan biridir. Çünkü bir medeniyetin insan tasavvuru o medeniyetin metafizik, din, ahlâk, siyaset, iktisat ve hukuk gibi çok farklı alanlara yaklaşımını yönlendirir.
İnsan hakları alanı ise doğrudan insan tasavvuru ile alakalıdır. Bu nedenle bir medeniyetin insan tasavvuru anlaşılmadan insan hakları düşüncesi de anlaşılamaz.[8]
Allah kendi bazı sıfatlarını insana vererek bir takım hedefleri gerçekleştirmek için onu yeryüzüne gönderdi. İnsanın mecazi olarak ifade edilen yasak meyveyi yemesiyle başlayan bu süreçle, insan üzerinden geçen zaman, tek tip işleyen bir süreç olan beşeri süreçten çıkmakta, artık insanın hayatına anlam katan iyi-kötü, güzel-çirkin, vs. bütün değerlerin aktif olmaya başladığı insani niteliğe kavuşmaktadır.
İnsanın ben idrakini dokuyan, temel unsurların kendi zatı (egosu) ile bu zatın varoluşunu idrak ettiği hayat dünyası ve bu ikisinin de kaynağı olan Mutlak Varlık arasındaki varoluş idrakidir.( İnsan, tabiat ve Allah)[9]
Başka bir ifadeyle isimlerin öğretilmesiyle beşer özelliği sona erdirilen ve insan olarak isimlendirilen varlık, kendine ait bir bilince kavuşmuş ve diğer varlıklardan farkını ortaya koymak amacıyla mahrem yerlerini örtmeye başlamıştır.
Tanrısına itaatsizlik eden ilk insan, artık bu insan olma sürecinden sonra iradesiyle davranmaya başlamakta, bunun neticesinde mutlu olabilmekte, itaat etmeyebilmekte, arkasından af için yakarmaktadır.
Tarih; artık insanın üzerinden geçmemekte, insanla birlikte işlemeye başlamaktadır. Zaman, İslam öncesi Arapların inandığı gibi onların tek varlık ve yokluk sebebi olmaktan çıkıp, insanla paralel giden, insanın yapıp ettikleriyle faziletler tarihi yahut felaketler tarihi şeklinde anlam kazanan bir sürece, anlamlı ve değiştirilebilir bir sürece dönüşmektedir.
Bu sürecin sonunda bir prototip olarak ortaya konulan insan, özgür ve sorumlu bir varlıktır. İnsanı sorumlu bir varlık olarak resmetmemize imkan veren kavramlar ‘irade özgürlüğü’, yapacaklarıyla ilgili olarak bir ‘kudrete sahip olma’ ve ‘bilme’dir.
Allah,Adem’e isimleri öğrettikten sonra, yani onu bilgilendirdikten sonra hemen onu İlahi buyrukla karşı karşıya bırakmakta, yasak meyveden uzak durmasını talep etmektedir. Yasağı çiğnedikten sonra Adem ve Havva’nın: “Rabbimiz, kendimize zulm ettik. Bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz”[10] şeklinde niyazda bulunmaları ve pişmanlık duygusu içine girmeleri, insanın kendisini özgür ve sorumlu saymasının en önemli psikolojik belirtisidir. “Doğrusu size Rabbinizden açık belgeler gelmiştir; kim görürse kendi lehine ve kim körlük ederse kendi aleyhinedir”[11]ayeti de, insanın hem özgürlüğüne hem özgürlüğünü kullanmadaki başarısızlığına, hem de bağımlılığına işaret eder. [12]
- İslam Medeniyetinde İnsan Tasavvuru
Tanrı ile ilişkisinde insanın konumunu tespit etmeye imkan veren anahtar kavramlardan biri fıtrattır. “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı Allah’ın fıtratına sımsıkı tutun…”[13]ayetinde insanın istidlal ve mantıksal çıkarımına ve gerçekliği keşfetmesine imkan veren ontik yapıya, fıtrat olarak işaret edilmektedir.
İnsan, fıtratın izin verdiği kadarıyla her düzeydeki varlık hakkında bilgi edinebilir. Zira fıtrat; insanın kendisine göre yaratıldığı prototiptir ve insanın kapasitesini ve sınırlarını göstermektedir. Fıtrat, Allah ile insanlar arasında hem birlikteliğin hem de farklılığın zeminidir. Ayette, Allah’ın insanları üzerine yarattığı “Allah’ın fıtratı” bu birlikteliğe taban sağlarken, terimin kök anlamı, Allah ve insan arasında farklılığı getirmektedir: ﺮﻄﻓkök olarak, yarmak, ayırmak suretiyle yeni bir şey yaratmak anlamlarına gelmektedir.
Bu da, Allah’ın kendi mahiyetinden farklı olarak meydana getirdiği ve kendine has kurallarını yapısına yerleştirdiği bir varlık formu demektir. Bu farklı fıtratlara sahip olma durumu, hem insan hem de diğer varlık tarzları için geçerlidir.
İnsanın mahiyeti ve dünyada kendisine nasıl bir sorumluluk alanı açıldığı ve bu sorumluluklarını yerine getirebilmesi için ne tür yetilerle donatıldığı konusunda çok farklı teorilerin olduğu tartışma götürmez. Bu teoriler üzerinde uzlaşmak ise hiç bir zaman mümkün olmayabilir.
Ancak insanın yaşanabilir bir dünya kurmak için yapması gerekenler konusunda fazla bir fikir ayrılığı olmaz. O halde, teolojik olarak, insanlar arasında uzlaşma yaratacak kavramsal retoriği, Kur’an’ın ifadesiyle, ortak kelimeyi/paydayı[14] teorilere ve kurgulara kurban etmeden pratik bir alan üzerinden kurmak gerekir.
Ayette inananlar arasındaki ortak olduğu peşinen kabul edilen kelime, etimolojik olarak, söz ve kelamın dışında otorite, ağırlık, önemli ilke, vs. anlamlarına gelmektedir. Bu da ortak payda alanının çok geniş bir zeminde aranması gerektiğini, salt sözel/teorik zemin arayışlarının kısır kalacağını göstermektedir. Ortak kelimenin üzerine oturacağı geniş zemin, insani endişeler ve insanca bir yaşam için gerekli olanı kurmamıza imkan verecek ve bizi bu yönde motive edecek ilkeler bütünüdür. Bu pratik alanın dini literatürdeki adı ‘ahlak’tır. Ahlak’ın köken olarak (h.l.k.) yaratmak anlamına geldiği dikkate alındığında, varolmanın, yaratarak ve eylemde bulunarak varolmak olduğu net bir şekilde görülmüş olur.[15]
- Batı Medeniyetinde İnsan Tasavvuru
Batı medeniyetinin ben idrakini belirleyen ve antik dönemden Hıristiyanlığa, Hıristiyanlıktan modern sekülerizme nüfuz ederek, zihniyet oluşumu düzeyinde intikal eden en temel süreklilik unsuru olan ontolojik yakınlaşma telakkisi oluşturmuştur.[16]
Batı da Âdem’in ‘asli günah’ inancıyla, var oluşu suçluluk felsefesi üzerinden ortaya çıkarken, Kur’an’ın ruhuna göre, Allah Adem’in bir rakibi değildir. Kur’an’ın insan anlayışına bakıldığında insanla ilgili optimist olduğunu söyleyebiliriz. Batı düşüncesi bir yandan “asli günah”tan gelen suçluluk psikolojisiyle varoluşsal bir günahkarlık teolojisi geliştirirken, bir yandan da Prometheusçu bir isyankar insan modeli öngörmektedir. Tanrı insan ilişkisini Hıristiyan teolog Kierkegaard şöyle tanımlıyor: “Tanrı’ya karşı daima yanlış içindeyizdir.” Batı düşüncesinin insan felsefesi konusunda iki uç noktaya savrulduğunu görmekteyiz.
1)Bu çerçevede batı felsefesinde Allah, tabiat ve insan tasavvurlarının sorunsal boyutu, bugünkü düşüncelerinin temelini oluşturduğundan; insanlığa mutluluk, adalet ve barış getiremeyeceklerinin sebebi, bu tasavvurlardan kaynaklandığı bilinmesi gereken bir durumdur. Batının zikredilen kavramlardaki sorunsal tasavvurların ontolojik problemlerini şöyle sıralamak mümkündür.
Modern batı dünya görüşünün gerisinde yatan Tanrı, din ve insan anlayışı vardır. Batı düşüncesinin Tanrı ve dinle ilgili dört tutumundan bahsedebiliriz:
a) Baba imajını merkeze alan klasik Hıristiyanlık
b) Tanrı’ya deistik anlamda yer veren bir Tanrı tasavvuruna sahip olan Batı düşüncesi.
c) Zatıyeti olmayan bir Tanrı tasavvuruna sahip olan Panteizm.
d) Ateist ve natüralist çizgide olan ve Tanrı’ya yer vermeyen Batı düşüncesi.
Burada etkili olan isimler Hobbes, Freud, Nietzsche ve diğerleridir. Nietzsche’nin Luther’e kızgınlığını dile getirmesinin sebebi aslında Luther’in Nietzsche’nin, ifadesiyle insanı aşağılayan ve bu yüzden de ölmek üzere olan Tanrı ve din tasavvurunu reforme ederek yeni bir şekilde canlandırmasıdır.
Nietzsche’nin “Hıristiyanlık dünyayı ve insanı lanetlemektedir bu yüzden reddedilmelidir” fikri, bugünün seküler Batı dünya görüşünü yansıttığı söylenebilir. Bugünün batı dünya görüşü tıpkı Nietzsche gibi “dünyaya evet” diyen bir dünya görüşüdür. Aksi halde klasik Hıristiyanlığın iddia ettiği gibi insan dünyada bir düşüş halindedir görüşü reddedilmiştir.
2) İslam ve Batı düşüncesi açısından bakıldığında üç temel Tanrı insan ilişkisinden bahsedebiliriz. Adem’e isimleri öğreten Tanrı ile insan arasındaki ilişki; Tanrı’dan ateşi çalan Prometheus ile Tanrı arasındaki ilişki; günahkarlığı nedeniyle kendi günahının kefaretini bile ödeyemeyen insan ile Tanrı arasındaki ilişki. Bu insan tasavvurlarının ve onun yol açtığı Tanrıinsan ilişkisinin pratikte çok farklı sonuçları olacaktır.
3) İslam’ın dünya görüşünün gerisinde yatan Tanrı, varlık, bilgi, insan, ahlâk ve sanat anlayışının ve bilgiyi daha ziyade hikmet olarak gören zihniyetin, bilimi tahakküm, güç ve kontrol aracı olarak gören Batı bilimini üretemeyeceği değil, üretmeyeceği düşünülmelidir. Müslümanlar, altın çağlarında bilimi bir araç olarak değil, hakikate ve hikmete götüren bir yol olarak gördükleri için Batı biliminden farklı bir bilimsel yapıya sahiptiler. S. Hüseyin Nasr’ın en önemli temsilcisi olduğu gelenekçi düşünce ekolüne göre, her bilim kültürü belli bir dünya görüşünün ürünüdür. Dolayısıyla İslam biliminin bugünkü anlamda batılı bir bilimi üretmesi beklenemezdi. Nasr’a göre Batı bilimi kadim bilim geleneğinden bir sapmadır. İslam biliminin batı bilimi karşısındaki durumu bir kayıp değil, aksine bir kazançtır.
4) Oluş metafiziği bir ilkeye izin vermez. R. Garaudy, İslam’ın Vadettikleri kitabının ilk cümlesinde “Batı bir tesadüftür” derken Batı bilim ve felsefesinin köksüzlüğüne ve ilkesizliğine dikkat çekmektedir. Pragmatist felsefe bu ilkesizlik metafiziğinin sonuçlarından birisidir. Garaudy İslam dünyasının bilim alanında Batı karşısındaki durumunu bu ilkesizlik açısından değerlendirmektedir. Tesadüf sonucu ortaya çıkan bu bilim sadece hegemonik kalmayacak, Frankeştayn’ının da üretecektir. Bir ilkeden bahsedemiyorsak hakikatten de bahsedemeyiz.
5) Kutsaldan koptuğu için modern Batı insanı nereye gideceğini bilmeyen insandır. Modern Batı insanının bilim, insan ve ahlâk anlayışını eniyi özetleyen isimlerden birisi B. Russell olmuştur. Russell’ın şu sözleri bilimin bir zihniyet meselesi olduğunu ve Batı biliminin pek de imrenilecek bir bilim olmadığını açıkça ortaya koymaktadır:
“Rusya, Japonya ve Yeni Çin’de bilimi XVIII. Yüzyılda görürsünüz… Öte yandan, eğer Asya’ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan’da Ortaçağ’ı, Çin’de (1920) 18.yüzyılı görecektir.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse şunu söyleyebilirim ki, temelde, zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise, temelde, güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla yumuşak huyludurlar.
Ancak itiraf etmeliyim ki, Çin’i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım. Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanılmaktadır.[17]
Russell’ın değerlendirmesine ek olarak şunu söyleyebiliriz. İslam dünyasında bilgi ve bilimin motivasyonu ile Batı dünyasındaki bilgi ve bilimin motivasyon sebebi aynı değil. Bugün Batılı bilim adamlarının %40’ının silah sanayinde çalışıyor olmasının anlamı budur.
6) Batı biliminin hegemonik olmasının sebeplerini Tanrı ve insan tasavvuruna bağlı olarak şekillenen dünya görüşünün sonucu olarak değerlendirmekteyiz.
Buna göre eğer, tarihin anlamı yoksa varoluş anlamsızsa, insan insanın kurdu ise, kutsal yoksa amaçsızlık söz konusu ise, insan derece farkıyla üstün olan bir tabiat varlığıysa, eğer bir Tanrı olsa bile, insan bu Tanrı’nın şımarık ve suçlu çocuğuysa, bu durumda korku ve kaygı kaçınılmaz olacaktır.
Yokluk korkusu, varoluşsal anlamıyla iç daralması ve kaygı, ölüm korkusu, tabiat korkusu, açlık korkusu, sağlığını kaybetme korkusu, rahatının kaçması korkusu, gelecek korkusu, dinin geri gelmesi korkusu kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısıyla yapılacak şey, daha fazlasını istemek, daha fazla tüketmek, ölmeden önce maksimum seviyede her şeyi denemek, mümkünse yeryüzünde cenneti yaşamak ve bütün bunları gerçekleştirebilmek için “güç” sağlayan bir araç olarak bilimi kullanmak.[18]
- İnsan Tasavvuru Oluşmadan “İnsan Hakkı” Söz Konusu Olabilir mi?
Birey, tek başına insanı, kişi ise başkaları ile ilişki halindeki insanı tanımlar. Teolojinin nihayetinde ilişkiler ağı içindeki varlıklar (Allah-alem insan, vs.) üzerine konuşma olduğunu düşündüğümüzde, bireyin temel haklarını baki tutmak kaydıyla, kişinin daha büyük bir vurguya sahip olduğunu görmüş oluruz. Zira bir kedi ve ağaç da birer ferdiyete (birey) sahiptirler, ama sadece insanın kişi olmak yeti ve yetkinliği vardır.
İnsanı kişi kategorisine yerleştirirken, sadece akleden yahut sadece yapıp eyleyen varlık olarak tanımlamayız. Zira bir bütün halinde hayatı anlamaya, yorumlamaya ve yaşamaya çalışan insan zihni bir hükme varmadan şu düzeylerden geçerek hem diğer varlıklardan ayrılmakta hem de ferdiyet/bireysellik düzeyinden kişilik/şahsiyet düzeyine yükselmektedir:
Bu sürecin sonunda bir yaratıcılık ve eylem vardır; bunun için de teolojik düşünme, salt kurgusal bir egzersiz olmanın ötesinde bir edim ve eylemdir. Vahiyle ve vahyin kaynağı ile irtibat düşüncesi, insan zihninin bir hükme varmada takip ettiği bu süreçlerin her birini çok daha aktif, anlamlı ve sürekli kılmaktadır. Bu anlamda dinin ihtiyaç duyduğu varlık salt bir birey değil, kişi olarak öne çıkmaktadır. Teolojik olarak birey ve kişi arasındaki bu ayırımı yaptıktan ve dinin tarihte yer tutması için kişiye muhtaç olduğu gerçeği bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır.[19]
- “İnsan Hakları” Terkibinin Tarihsel Süreci
Hz. Peygamber, dışarıdan Medine’ye gelebilecek bir saldırı karşısında şehirde yaşayanların birlikte hareketini temin etmeyi amaçlıyordu. Vesika Medine’de yaşayan dinî, siyasî ve etnik grupların iç işlerinde bağımsız, dış tehlikeler karşısında birlikte hareket etmelerini öngörmesi, şehirde siyasî birliği sağlaması, din ve vicdan hürriyetini, can, mal ve namus güvenliğini hukukî güvence altına alması gibi temel hükümleriyle taraflarca kabul edildi.
Medine şehir devletini bir konfederasyon halinde düzenleyen belgede şehirde yaşayan müslümanlar, Evs ve Hazrec kabilelerinden henüz müslüman olmayanlarla Yahudiler bu konfederasyonu oluşturan federasyonlar görünümündedir. Belgede önce şehir devletini teşkil eden gruplar sayılmakta ve bunların siyasî bir bütün (ümmet) oluşturdukları belirtilmektedir. Burada, Hz. Peygamber’in taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda son yargı mercii ve ordu kumandanı olarak kabul edilmesi onun devlet başkanı olduğunu, o sırada müslümanların sayısı toplam nüfusun yedide birini teşkil etmekle birlikte Medine toplumundaki yerinin güçlü kabul edildiğini göstermektedir (DİA, III, 153-154).
Medine vesikasının tam metni şöyledir:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
- Bu vesika, Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve bunlara tâbi olanlarla sonradan onlara katılmış olanlar ve onlarla beraber cihad edenler için düzenlenmiştir.
2.Vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil eder.
3. Kureyşli muhacirler kan diyetlerini ödemeye katılacaklar ve savaş esirlerinin fidyesini müminler arasındaki makul esaslara ve adalete göre ödeyeceklerdir.
4. Avfoğulları daha önce olduğu gibi kan diyetini ödemeye iştirak edecek ve müslümanların teşkil ettiği her zümre savaş esirlerinin fidyesini müminler arasında adalet prensibine göre verecektir.
5. Hârisoğulları daha önce olduğu gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini müminler arasında adalet çerçevesinde verecektir.
6. Sâideoğulları, daha önceki yaptıkları gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini müminler arasındaki adalete göre verecektir.
7. Cüşemoğulları, evvelce uygulandığı gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini müminler arasındaki adalet prensibine göre verecektir.
8. Neccâroğulları eskisi gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre, savaş esirlerinin fidyesini müminler arasında uygulanan makul esaslara ve adalet prensibine göre verecektir.
9. Benî Amr b. Avf, daha önce olduğu gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini müminler arasında kabul edilen esaslar ve adalet çerçevesinde verecektir.
10. Nebîtoğulları daha önce yaptıkları gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini makul esaslar ve adalet çerçevesinde verecektir.
11. Evsoğulları eskiden olduğu gibi kan diyetini ödeyecek ve her zümre savaş esirlerinin fidyesini makul esaslara ve adalete göre verecektir.
12a. Müminler, kendi aralarında ağır malî sorumluluklar altında bulunan hiç kimseyi bu halde bırakmayacak, fidyesini veya kan diyeti gibi borçlarını mâkul esaslara göre ödeyecektir.
12b. Hiçbir mümin diğer müminin Mevlası ile ondan habersiz bir anlaşma yapamayacaktır.
13. Takva sahibi müminler saldırganlara, haksız bir fiil tasarlayanlara ve cürüm işleyenlere, bir hakka tecavüz edenlere, müminler arasında karışıklık çıkarmak isteyen kimselere karşı olacak ve bunlardan biri kendilerinden bir kişinin evlâdı bile olsa hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır.
14. Hiçbir mümin kâfir için bir mümini öldüremez ve mümin aleyhine kâfire yardım edemez.
15. Allah’ın zimmeti, himaye ve teminatı tektir, dolayısıyla müminlerden -yetki bakımından- en aşağı derecede olan birinin kabul ettiği himaye onların hepsini bağlar, zira müminler birbirinin kardeşidir.
16. Yahudilerden bize tâbi olanlar, zulme uğramadan ve onların düşmanlarıyla yardımlaşmadan yardımımıza hak kazanacaktır.
17. Müminler arasında geçerli olan barış tektir. Hiçbir mümin Allah yolunda girilen bir savaşta diğer müminleri hariç tutarak bir anlaşma imzalayamaz; anlaşma ancak müminler arasında eşitlik ve adalet çerçevesinde yapılacaktır.
18. Savaşa katılan bütün askerî birlikler nöbetleşe görev yapacaktır.
19. Müminler birbirinin Allah yolunda akan kanlarının intikamını birlikte alacaktır.
20a. Takva sahibi müminler en iyi ve en doğru yol üzerinde bulunurlar.
20b. Hiçbir müşrik bir Kureyşli’nin malını ve canını himayesi altına alamaz ve hiçbir müminin Kureyşliler’e müdahalesine engel olamaz.
21. Bir kimsenin bir müminin ölümüne yol açtığı kesin delillerle sabit olur ve maktulün velisi diyete razı olmazsa o kimse kısas hükümlerine tâbi olur; bu takdirde bütün müminler öldürene karşı tavır alır. Bunlara sadece bu hükmün uygulanması için hareket etmek helâl olur.
22. Bu yazının içeriğini kabul eden, Allah’a ve ahiret gününe inanan bir müminin bir katile yardım etmesi ve ona sığınacak yer bulması helâl değildir; katile yardım eden veya sığınacak yer gösteren kimse kıyamet günü Allah’ın lânet ve gazabına uğrayacaktır ve artık kendisinden ne bir para ne de bir taviz kabul edilecektir.
23. Üzerinde ihtilâfa düşülen konular Allah’a ve resulü Muhammed’e arzedilecektir.
24. Yahudiler müminler gibi savaş devam ettiği müddetçe savaş masraflarını kendileri karşılayacaktır.
25a. AvfoğullarıYahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil eder. Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir. Buna mevlaları da dahildir.
25b. Haksızlık yapan veya suç işleyen kimse yalnız kendine ve aile fertlerine zarar vermiş olacaktır.
26. Benî NeccârYahudileriAvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahiptir.
27. Benî HârisYahudileriAvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahip olacaktır.
28. Benî Sâide YahudileriAvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahiptir.
29. Benî CüşemYahudileriAvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahip olacaktır.
30. Benî EvsYahudileriAvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahiptir.
31. Benî Sa‘lebeYahudileri de AvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahiptir. Haksız bir fiil işleyen kimse sadece kendine ve aile fertlerine zarar vermiş olacaktır.
32. Cefne kabilesi Salebe’nin bir koludur, dolayısıyla onlar gibi mülâhaza edilecektir.
33. Benî ŞetîbeYahudileri de AvfoğullarıYahudileriyle aynı haklara sahip olacaktır. Şüphesiz iyilik, günah ve kötülükten farklıdır.
34. Salebe’ninmevlaları bizzat Salebîler gibi kabul edilecektir.
35. Yahudilere sığınmış olan kimseler bizzat Yahudiler gibi kabul edilecektir.
36a. Yahudilerden hiçbir kimse Hz. Muhammed’in izni olmadan -müslümanlarla birlikte savaşa- katılamayacaktır.
36b. Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Bir adam öldüren kimse yalnız kendini ve aile bireylerini sorumluluk altına sokmuş olur. Bu sorumluluktan kaçmak haksızlıktır. Allah bu kurallara riayet edenlerle beraberdir.
37a. -Medine’ye yönelik bir saldırı olması halinde- Yahudiler ve müslümanlar kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacak, bu sahifede gösterilen kimselere savaş açanlara karşı yardımlaşacaktır. Onların arasında kötülük değil iyi niyet ve samimiyet hâkim olacaktır. Bu vesikadaki bütün kurallara muhakkak riayet edilecektir.
37b. Hiçbir kimse müttefiklerine karşı suç işleyemez; mazluma muhakkak yardım edilecektir.
38. Yahudiler müslümanların yanında savaştıkları müddetçe harcamalara katılacaklardır.
39. Yesrib vadisi bu sahifede adı geçenler için mukaddes bir yerdir.
40. Himaye altındaki kimse bizzat himaye eden gibidir; ne zulmedilir ne de kendisi zulüm işleyebilir.
41. Himaye hakkına sahip kimselerin izni olmadıkça kimseye himaye hakkı verilemez.
42. Bu yazıda adı geçen kimseler arasında meydana gelmesinden endişe edilen anlaşmazlık ve öldürme vakalarının Allah’a ve resulü Muhammed’e arzedilmesi gerekir. Allah bu sahifeye en iyi riayet edenlerle beraberdir.
43. Kureyşliler ve onlara yardım edecek olanlar himaye altına alınmayacaktır.
44. Bu vesikada zikredilen kişiler Yesrib’e saldıracak olanlara karşı yardımlaşacaktır.
45a. Eğer Yahudiler, müslümanlar tarafından barış antlaşması yapmaya veya barış antlaşmasına katılmaya davet olunursa bunu kabul edip anlaşmaya iştirak edeceklerdir. Eğer Yahudiler müslümanlara aynı şeyleri teklif edecek olursa müminler de aynı sorumlulukları yerine getireceklerdir. Din uğruna yapılacak savaşlar bu hükümlere tâbi değildir.
45b. Medine’deki her zümre şehrin savunmasında kendine ait bölgeden sorumludur.
46. Bu sahifede adı geçenler için konulan şartlar hem EvsYahudilerine hem de onların mevlalarınasahifede adı geçen kimseler tarafından tavizsiz bir şekilde uygulanır. Kurallara mutlaka uyulacak ve asla aykırı hareket edilmeyecektir. Haksız kazanç sağlayanlar sadece kendilerine zarar vermiş olurlar. Allah bu sahifede gösterilen maddelere en doğru ve en mükemmel şekilde riayet edenlerle beraberdir.
47. Bu vesika haksız bir icraatta bulunan veya suç işleyenlere ayrıcalık sağlamaz yahut cezalandırılmasına engel olmaz. Savaş için yola çıkanlar da Medine’de kalanlar da emniyet içinde olacaktır; haksız bir fiil ve suç işlenmesi hali müstesnadır. İyilik yapanlar ve sorumluluğunun bilincinde olanlar Allah ve resulünün himayesi altındadır (İbn Hişam, II, 501-504; Hamidullah, İslâm Anayasa Hukuku, s. 96-102).[20]
Medine vesikasına dikkatle baktığımız zaman Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın kendisine öğrettiği siyaset ile insanlığın temel sorunlarını çözecek esasları ve insanî değerleri asla göz ardı etmeyen bir anayasa hazırladığını görüyoruz. Bu yüzden denilebilir ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) aynı zamanda insanlığa hizmeti ve güvenliği esas alan bir devlet kurmayı başaran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Vicdan özgürlüğünü esas alan ve dünyanın ilk anayasalarından biri sayılan bu ilk metinde Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bismillahırrahmanirrahim, Resulullah Muhammed tarafından verilen bu antlaşmayla Kureyş ve Yesrib Müslümanları ile onlarla müşterek bir davada olup herhangi bir köke mensup olan insanların tümü bir tek ümmet olmuştur.” Bu girişten sonra birçok kavim ve kabile tarafından verilecek diyetlerle Müslümanların kendi aralarında yerine getirecekleri özel görevler açıklanmıştır.[21]
Medine vesikasının içerdiği konular şunlardır. Adalet (bak;13-22-23. mad), Suçun şahsiliği ( bak;25-b, 36-b mad), Sosyal güvence( bak;3-12. Mad), Vatandaşlık ve kamu güvenliği (bak; 17, 18, 19, 20-b, 24, 44 ve 45) ve Din özgürlüğü (bak;25 ve 42. Mad) konularını çok net bir biçimde ortaya konulduğu görülecektir.
Medine Vesikası, adalet, barış ve hukuk değerlerini insanî gerçeklikler içinde uygulamaya çalışmış bir projedir. Medine Vesikası, bir toplumsal mühendislik projesi değil, insanî ve sosyal bir projedir. Bir model olarak Medine Vesikasından bugün için ilham alabiliriz. Kırk yedi maddeden oluşmaktadır.[22]
Ayrıca, güvenilir kaynaklardaki rivayetlerden derlenen Veda hutbeleri metni ana hatlarıyla şöyledir: Hz. Peygamber Allah’a hamd ve senadan sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım. Allah’ın rahmeti bugün sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun! Benim bu sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder. Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. Biliniz ki bu şehriniz Mekke, bugününüz arefe ve bu ayınız zilhicce nasıl mukaddes ve dokunulmaz ise mallarınız ve canlarınız da aynı şekilde dokunulmazdır. Cahiliye devrindeki her türlü ribâ kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat ana paranız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas b. Abdülmuttalib’in faizidir. Cahiliye devrinin kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Rebîa b. Hâris b. Abdülmuttalib’in oğlu Amir’in kan davasıdır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın. Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma ümidini ebediyen kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım şeyler dışında küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız bu da onu sevindirir ve cesaret verir.
Sözümü iyi dinleyin ve belleyin. Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın malı rızası olmadan diğer bir müslümana helâl olmaz. Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz. Allah her vârisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir vârisin diğer mirasçıları mahrum edecek şekilde vasiyette bulunulması helâl değildir.
Çocuklar babalarından başkasına nispet edilemez. Ödünç alınan şeyler sahibine geri verilmelidir. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu ödemelidir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Rabbiniz olan Allah’tan sakının, O’na kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan ayında oruç tutun, hac ibadetini yerine getirin, mallarınızın zekâtını gönül hoşluğuyla verin.
Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece rabbinizin cennetine girin. Benden sonra küfre ve sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an’la peygamberinin sünnetidir (veya Ehl-i beyti).”
Daha sonra Resulullah, “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince ashap, “Allah’ın Risâlet’ini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah şehadet parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek, “Şahit ol ya rab, şahit ol ya rab, şahit ol ya rab!” dedi.[23]
Bireylerin doğuştan getirdiği hakları, hatta daha fazlası Hz. Muhammed’in Veda Hutbesinde yüzlerce yıl önce yerini almıştır. Bu nedenle ilk insan hakları beyannamesi olarak Veda Hutbesini görmek kanaatimce yanlış olmaz. Veda Hutbesinde Hz. Muhammed kadınlar, köleler, cariyeler gibi grupların haklarından bahsetmiş, ırkçılık, adaletsizlik, zulüm gibi insan onurunu yok eden haksızlıklara dikkat çekmiş, son olarak da bireylerin doğuştan sahip oldukları hakların korunması gerektiğini aktarmıştır.[24]
Ancak Hz peygamberin Medine vesikasını ve Veda hutbesinde bahsedilen konuları ve içeriği göz ardı ederek, bugünden hareketle, insan hakları konusundaki çalışmaları, sadece batının tarihi göz önünde bulundurularak ele alınması ciddi bir problemdir.
Batı’daki bazı gelişmelere bakarak XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’da veya Batı’nın kontrol ettiği yerlerde insan haklarının bütünüyle tanındığı sonucuna varılmaktadır. Ancak bu doğru bir yaklaşım değildir. Tam aksine, millî düzeyde görülen anayasal hareketlerde çeşitli gerilemeler ve zikzaklar olmuştur. Fransa’da 1789 bildirisiyle tanınan haklar 1814 ve 1830 şartlarında evrensel olmaktan çıkarılarak Fransızların kamu hakları haline getirildi. 1814 şartı ile kişilere tanınan hakların kralın bir ihsanı olduğu belirtildi. Eşit oldukları söylenen Fransızların sadece 100.000 kadarına vergi ödeme esasına göre oy hakkı tanındı. 1830 şartı kralla halk arasında bir uzlaşma olmasına rağmen 1814 şartını fazla değiştirmedi.
1831 tarihli Belçika anayasası “insanlar”ın değil Belçikalıların haklarını düzenliyordu. Benzer bir şekilde Frankfurt Kurucu Meclisi, 1857 Avusturya anayasası, 1874 İsveç anayasası, 1876 İspanya anayasasında yurttaş haklarını düzenliyordu. Öte yandan 1848 devriminden sonra kanun önünde eşitliğe ekonomi alanında eşitlik ilâve edilmesine rağmen yine de insan hakları değil Fransızların hakları garanti edildi.
Milletlerarası alanda insan haklarının gelişmesi daha yavaş olmuştur. 1885 yılına kadar Batı dahil dünyada köle ticareti varlığını hem hukuken hem de fiilen sürdürdü. 1885’te İngiltere’nin öncülüğüyle köleliğin değil köle ticaretinin milletlerarası alanda yasaklanmış olması insanî olduğu kadar ekonomik sebeplere de dayanıyordu.
Amerika kıtasındaki sömürgelerini kaybeden Avrupa, başka yerlerdeki sömürgelerinde köle ticareti olmadan da ucuz emek sağlayabiliyordu. Köle ticaretinin yasaklanması ile ucuz emeğin başka ülkelere gitmesi, böylece rakiplerinin ucuza üretim yaparak dünya pazarlarında kendileriyle rekabet etmesi önlenecekti. Köleliğin bir kurum olarak yasaklanması için 1926 yılına kadar beklemek gerekiyordu (SlaveryConvention, 1926).
Yine benzer şekilde, I. Dünya Savaşı’ndan sonra işçilerin çalışma şartlarını iyileştirmek ve refahlarını sağlamak için Milletlerarası Çalışma Teşkilatı’nın(ILO) kurulmasında Batı’nın öncülük ettiği doğrudur. Ancak burada da temel sebeplerden biri ekonomikti.
Batılı devletler kendi ülkelerinde işçilere belli düzeyde haklar tanımışlardı. Dolayısıyla işçi ücretleri maliyette önemli bir yer tuttuğu için işçi haklarını tanımayan ülkelerde üretimin çok daha düşük bir maliyetle yapılmasını kendi ticaretleri için sakıncalı buldular ve Milletlerarası Çalışma Teşkilâtı vasıtasıyla çalışma şartlarında yeknesaklığı sağlayarak milletlerarası alanda iyileşmeye ön ayak oldular.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da yapılan anayasaların Amerikan ve Fransız bildirilerinde yer alan temel haklara önemli ölçüde yer verdikleri görüldü. Ancak bunların hiçbirisi, 1930’larda Avrupa’da Nazizm’in ve faşizmin doğmasını önleyemediği gibi II. Dünya Savaşı öncesinde ve bu savaş sırasında en vahşi haliyle ırkçılığın kurumlaştırılmasını da önleyemedi.
Bu aynı zamanda insan haklarının millî alanda etkin bir şekilde korunmasının yeterli olmadığı, milletlerarası alanda da korunması gerektiği fikrinin doğması ve hayata geçirilmesi için bir dönüm noktası oldu. II. Dünya Savaşı’nın ardından yapılan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nda dünya barışı ile insan haklarına saygı arasında bir bağlantı kurulduğu gibi Birleşmiş Milletler’e insan haklarını geliştirme görevi de verildi. Ayrıca üye devletlerin insan haklarına saygı gösterme yükümlülüğü getirildi. Birleşmiş Milletler’in bu alandaki çabaları özellikle standart koyma alanında çok verimli olmuştur.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda muhalefetsiz, fakat sekiz çekimser oyla kabul edildi. Batı bu bildirinin hazırlanmasına da öncülük ettiğinden bildiri hükümlerinin önemli bir bölümü Batı’nın damgasını taşımaktadır. Belge, otuz maddeden oluşmasına rağmen ilân ettiği haklar daha çok Batı’nın önem verdiği medenî ve siyasî haklardır.
Ekonomik, kültürel ve sosyal haklar sosyalist bloka verilen bir taviz sonucu belgeye konulmuştur. Batı’nın bu alandaki hâkimiyeti, üçüncü dünya ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanarak sayıca çoğalmaya başladığı 1960’lara kadar sürmüştür. Bu tarihe kadar belgelerde insan haklarını belirleyen standartlar hemen hemen bütünüyle Batı’nın damgasını taşımıştır. Bunları kabul ederken kendi değerlerinden herhangi bir fedakârlık yapmayan Batı’nın, eşitlik veya ayırım yapmama gibi en temel insan haklarını bile 1945’ten sonra dahi uygulamadığı görülmüştür.[25]
- Adalet, Ahlak ve İnsan
İslam, sadece insanı esas almıştır. Kabile, sınıf, ırk, din, dil, renk ve cinsiyet gibi farklılıkların istismar edilmesi kadar, kibir, gurur, hırs, kıskançlık ve dedikodu gibi insanî ilişkileri dejenere eden kişilik yozlaşmaları da birarada yaşamayı yok eden durumlardır. Birarada yaşamayı sağlayan adalettir ve insan haklarıdır. İslam, insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu, ArabınArap olmayana, beyazın siyaha, erkeğin kadına üstün olmadığını, bütün insanların insan olmak açısından eşit, onur ve özgür olduğu düşüncesini getirmiştir. Fıtrata uygun olan eşitliktir. Kadın-erkek eşitsizliği fıtrata aykırıdır. Şovenizm, ırkçılık ve milliyetçilik, İslam’a ve insanlığa karşı olan barbarlık durumlarını temsil etmektedir. Irkçı ve nasyonalist olmak, insanlıktan ve İslam’dan çıkmak demektir. Peygamberimiz, “Kavmiyetçilik güden, bizden değildir” sözüyle ırkçılığın İslam’dan ve insanlıktan istifa etmek olduğunu ifade etmektedir. İnkâr, ayırımcılık ve asimilasyon politikalarının insanî maliyeti çok yüksektir. Ortadoğu’da iktidar ve egemenliği ellerinde tutanlar, diğerleriyle eşit olmayı kabul etmemektedirler. Ortadoğu’da kendisini hep reis konumunda gören egemen diktatörler, bu coğrafyanın diğer unsurlarıyla kendilerini eşit kabul etmiyor, ötekini eşit olarak tanımıyor ve saygı duymuyorlar. Peygamberimiz her bir Mekkeliyi bir Medineliyle kardeş yapmıştır. İnsanlık tarihinde olağan üstü bir uygulama olarak kardeşliğin tesis edilmesi, büyük bir değişimin gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir.[26]
Prof. Dr. Mualla Selçuk, bir konuşmasında, “Din Öğretiminin birey bilincini, kişilik gelişimini, insan onurunu, bir arada yaşamayı, sosyal duyarlılığı, barış eğitimini ve dinsel geleneği kapsayan bir kavramsal alana sahip olduğunu belirterek, Müslüman bilinçler için bugün “Dinsel Gelenek Ne Söylüyor?” ve “Dinsel Geleneğe Ne Katabilirim?” sorularının anlam kazandığını ifade etmiştir. Bu bağlamda teolojik açıdan temellendirilmiş, sosyolojik açıdan cesaretlendirici ve eğitsel açıdan etkin bir Din Öğretiminin önemini vurgulamıştır.”[27]
Prof. Salih Akdemir vahiy sürecinin bir bütün halinde anlaşılması gerektiğini ve Eski Ahid, Yeni Ahid ve Kur’an-ı Kerim’den oluşan vahiy sürecinin asıl konusunun insan olduğunu belirterek günümüzün en önemli sorununun insan onurunu kurtarmak olduğunu söylemiştir. Prof. Akdemir, bunun da ancak insanın kendi gizil güçlerinin bilincinde, toplumun ürünü olmadan ve kendini gerçekleştirebilmekle korunabileceğini ifade etmiştir.[28]
Prof. İlhami Güler’e göre vahiy, “Allah’ın insan aklıyla, diliyle ve aracılığıyla insana hitabıdır. Vahiy cümlelerinin kurucu öznesi Allah’tır; ancak vahyin düşünsel, kültürel ve anlamsal muhtevası insanîdir.[29]
Doç. Dr. Sait Reçber’e göre insanın irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olması bakımından “kişi” olarak anlaşılması önemlidir ve bu konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmalıdır. İnsan özgürlüğünün kendini bilme konusunda bilişsel bir temele sahip olmasının da önemli olduğunu ve insanın sahip olduğu onurun kendisine “kişi olması” bakımından mı? verilmiştir, ya da insan vahye muhatap olarak kendi özgür iradesiyle mi? onurunu kazanmıştır sorusunun cevaplanması gerektiğini ifade etmiştir.[30]
Prof. Dr. Sönmez Kutlu, insan haklarının ve insan onurunun, insanlık tarihinde tek bir din ve kültürde işlenmediğini ve Hıristiyanlıkta olabildiği gibi, diğer din ve kültürlerde önemli izdüşümleri ve karşılıklarının da olduğunun belirtilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Prof. Kutlu, insan hakları bilincinin, İslam tarihi ve kültüründe Hz. Muhammed’in başlattığı dinî hareketin merkezinde bulunduğunu ve bugün insan hakları içerisinde yer alan hakların çoğunluğunun Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in uygulamalarında yer aldığını belirtmiştir. Prof. Kutlu’ya göre, İslam, hak ve adaleti önemseyen ve bunların hayata geçirilmesi üzerinde duran bir dindir. İnsan hakları ihlalinin bütün insanlığın bir sorunu olduğunu ve insan onuruna yakışan şekilde, haksızlığın her zaman karşısında olunması gerektiğini belirtmiştir.[31]
Mehmet Emin Özafşar, Avrupa’nın ve Hıristiyanlığın dışındaki insanlığın da insan hakları konusunda bir birikime sahip ve her ne kadar insan hakları mefhumu Avrupa’ya ait olsa da insan haklarının bir “ide” olarak insanlık tarihi kadar eski olduğunu ifade etmiştir. İslam’da Hz. Peygamber ile insan onurunun ve insan haklarının merkezi bir konumda yer aldığını belirterek batı düşüncesinin bugün geldiği noktanın yalnızca batı ve Hıristiyanlığa ait olmadığını, insanlığın diğer kültürlerinin ve özellikle İslam’ın yadsınamaz katkısı olduğunu çeşitli örneklerle vurgulamıştır.[32]
1) İnsan kimdir? 2) İnsan niçin haklara sahip olmalıdır? (3) Farklı medeniyetlere göre insan hakları nelerdir? (4) İnsan haklarının yaptırımı nedir? Soruları insanı temellendirip onun sahip olması gereken hakların anlaşılması ve ihlali durumda yaptırımın yapılması gerekecektir.[33]
Yaratılışı kabul eden semavî dinlerin insan anlayışı arasında çok büyük benzerlik vardır ancak ciddî farklılıklar olduğu da hemen göze çarpar. Kaba bir karşılaştırma yaparsak, en göze çarpan farklılık insanın İslâm’a göre günahsız, Hıristiyanlığa göre ise aslî günahın kiriyle dünyaya gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla İslâm’a göre insan tabiatı itibarıyla iyi iken, Hıristiyanlığa göre ise günahkârdır.
Öte yandan, ruh göçüne veya tenasühe inanan Hinduizm ve Budizm gibi dinlere göre ise insanın varlık içindeki serüveni son derece farklıdır. Bu inanca göre, insanların ruhları mutlak manada ölmez ve tekrar tekrar dünyaya farklı bedenlerle ve rollerle hayata dönerler. Ayrıca gene bu inanca göre, bir insanın geçmiş ve gelecek hayatlarında insan dışında bir yaratık olması da mümkündür.
Diğer yandan hem yaratılışı hem de ruh göçünü reddeden materyalist yaklaşım ise tamamen farklı bir insan anlayışına sahiptir. Materyalist yaklaşıma göre, insan Tanrı tarafından yaratılmamıştır, insanın maddî varlığında öte bir varlığı yoktur ve hayatı ölümle sona erer.
Eşit olarak bütün insanlara tanınan insan haklarının bir medeniyette bulunabilmesinin ön şartı, o medeniyette—hakların kendisine verileceği—evrensel insan kategorisinin olmasıdır. Kavramsal olarak böyle bir kategoriye sahip olmayan bir kültürde evrensel insan hakları da olamaz. Evrensel bir kategori olarak insan birçok medeniyette yoktur; aksine insanlar ve hakları farklı kategorilerde tanımlanır. Meselâ, Hinduizm insanı kastlara ayırır ve her kastın ontolojik mekânı farklı olduğundan bunların tamamını tek bir kategori olarak değerlendirip hepsine birden aynı hakları vermek ya da hepsinin aynı haklara sahip olduğunu kabul etmek Hinduizm açısından imkânsızdır. Çünkü bir parya ile bir brahmanın aynı haklara sahip olması düşünülemez.
Yukarda değindiğimiz gibi, bir medeniyette evrensel insan hakları kavramının olabilmesi için ön şart o kültürde evren insan kavramının bir kategori olarak var olmasıdır. Eğer bir medeniyet tamamı birbirine eşit üyelerden oluşan bir evrensel insan kategorisi düşüncesine sahip değilse, evrensel insan hakları kuramını da üretemez. Bu tür medeniyetler önce evrensel insan kategorisinin varlığını, peşinden de o kategorideki tüm insanlara istisnasız bir şekilde tanınan hakları kabul etmeleri gerekir. Bu da bu tür kültürlerin tevarüs ettikleri dar kalıpları kırarak evrenselleşmesi ile mümkün olabilir.
Meselâ, Batı’da evrensel bir kategori olarak insan kavramı çok yenidir. Eksi Yunan’da Yunanlı ile barbar ayrımı, orta çağda Hıristiyan ile Hıristiyan olmayan ayrımı, Amerika’da siyahlar, Kızılderililer ile beyazlar arasındaki ayrım, bu kültürlerde günümüzde anladığımız şekliyle, evrensel insan kategorisinin olmadığını göstermektedir çünkü bu kültürlerde insan dendiğinde kastedilen ya Yunanlı, ya Hıristiyan veya beyaz Amerikalıdır. Bu kültürlerde kadınların da hukukî şahsiyeti—günümüzdeki manasıyla—yoktur. Avrupalılar ise, uzun bir müddet, kolonilerde yaşayan sömürge halklar ile sömürgeci Batılılar arasında bir ayrım yaparak, onları asla kendileri ile eşit ve aynı kategoride olan insanlar görmemişlerdir. Bu nedenle, tarihî insan hakları belgelerinde, insan denildiğinde tüm insanlar yerine belli bir kesim insan (meselâ, sadece erkekler, belli bir devletin vatandaşları, toprak sahipleri, asiller veya beyaz ırk) kastedilir. Batı hukuk söyleminde insan denilince dünyadaki tüm insanların kastedilmesi insan hakları belgelerine ilk defa Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan sonra 20. asrın ikinci yarısında girmiştir diyebiliriz.
Buna mukabil İslâm medeniyetinde daha baştan beri eşit bir şekilde hukukî şahsiyet (zimmet) sahibi evrensel insan kategorisi mevcuttur. Kadın-erkek, zenci-beyaz, Müslüman-kâfir, zengin-fakir olduklarına bakılmaksızın âkil ve bâliğ bütün insanlar Allah’ın ilahî hitabına muhatap ve mükellef olup zimmet ve ehliyet sahibidir. Bu yüzden İslâm’da evrensel olarak birbirine eşit insanların aynı temel haklara sahip olduğuna dair bir düşüncenin kuramsal zemini mevcuttur.
Bazı medeniyetlerde istisnasız bütün insanlar “hukukî şahsiyet” sahibi olarak görülmez. Bir insanın hukukî şahsiyet sahibi olması demek onun hak ve sorumluluk sahibi olmaya yetkin olması demektir. Başka bir ifadeyle, hukukî şahsiyet sahibi olmak demek, haklara sahip olma hakkına sahip olmak demektir. Çünkü hukukî şahsiyet sahibi olma hakkına sahip olmayan kişi hiçbir hak sahibi olamaz. Bazı medeniyetlerde sadece belli bir grup üst düzey insan, zenginler veya sadece erkekler hukukî şahsiyet sahibidir; alt tabakalar, kadınlar ve fakirler ise bu haktan mahrumdurlar.
İnsan hakları tüm insanlara sadece insan oldukları için tanınmış haklar olduğu için kimin hukukî şahsiyet sahibi insan olduğu kimin olmadığı bu bağlamda çok önem kazanmaktadır. Hukukî şahsiyetten mahrum insanlar diğer haklara olduğu gibi insan haklarına da sahip olamazlar.
Diğer yandan medeniyetler arasında ihtilafın ortaya çıktığı bir başka husus ise, insan haklarının nazarî temelidir. İnsanların niçin insan haklarına sahip olmaları gerektiği sorusuna her medeniyet farklı cevaplar üretmiştir. Hatta bir medeniyet içerisinde bile farklı cevaplar mevcuttur. Bu yüzden herhangi bir yaklaşımı bir medeniyetinin temsilcisi gibi görmeden önce çok ihtiyatlı davranmak gerekir.
Batı medeniyeti içerisinde insan haklarının meşruiyetini temellendirme noktasında Hıristiyan yaklaşımı ile laik yaklaşım arasında ciddî farklar olduğu gibi, kapitalist, liberal ve sosyalist yaklaşımlar arasında da farklılıklar vardır. Dinî yaklaşıma göre, insan haklarının kaynağı Tanrı’dır. Deist veya hümanist yaklaşım da bunu benimser; ancak Tanrı kavramına Hıristiyanlıktan çok farklı anlamlar yüklerler. Laik yaklaşıma göre ise insan hakları tabiî haklardır; Tanrı tarafından değil tabiat tarafından bahşedilmişlerdir. Sosyalistler için insan haklarının önemi sosyal adaleti sağlaması açısındandır, liberallere göre ise eşitlik ve özgürlük insan haklarının temelini oluşturur.
Aynı şekilde, İslâm medeniyetinde de Hanefî yaklaşımı ile Şâfiî yaklaşımı arasında önemli farklar vardır. Hanefî mezhebine göre insanlar sırf insan oldukları için evrensel olarak dokunulmaz insan haklarına sahiptirler. Hanefîler bunu “İsmet âdemiyetledir” şekliden küllî bir kaide olarak ifade etmişlerdir ki burada bir hukuk terimi olarak “ismet”, “hurmet” yani dokunulmazlık demektir. Başka bir ifadeyle, “insan sadece insan olması hasebiyle dokunulmazlık hakkına sahiptir”.
Ancak Şâfiî mezhebine göre tüm insanların eşit bir şekilde sahip oldukları evrensel insan hakları yoktur; onun yerine sivil haklar yani vatandaşlık hakları vardır çünkü dokunulmaz hakların temeli “iman” veya “emân”dır. İman veya emân ile insanlar İslâm devletinin vatandaşı olurlar ve dokunulmaz haklara sahip olurlar; iman veya emân sahibi olmayanların ise dokunulmaz hakları veya klasik ifadesiyle ismetleri yoktur. Şâfiîlerin bu yaklaşımı küllî bir kaide olarak şöyle ifade edilmiştir: “İsmet iman ve eman iledir”.
Hanefî ve Şâfiî mezhebi arasındaki bu ihtilafın temeli, Müslümanların bütün insanların dokunulmazlık haklarını korumakla yükümlü olup olmadıkları tartışmasına dayanır. Hanefîlere göre Müslümanlar, bütün dünyada tüm insanların haklarını korumakla yükümlü iken, Şâfiîlere göre sadece İslâm devleti vatandaşı olan insanların haklarını korumakla yükümlüdürler. [34]
Kur’an Açısından İnsan Onuru
Kur’an’a bakıldığında insanın üstünlüğü ve onuru, sadece fizyolojik yapısı ve suretiyle ilgili değil onun varlıksal bütünlüğü ve Allah’ın ona yüklediği manayla da ilgili bir onurdur.[35]“İnsanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık; iyi-temiz şeylerle rızıklandırdık; yine onları yarattıklarımızın birçoğundan gerçekten üstün kıldık.”[36]ayeti insanın kâinattaki tüm diğer varlıklar karşısında üstünlük ve önceliğini vurgulamaktadır.
– Meleklerin Âdem(a) için secde etmekle emrolunması ve onların hemen secde etmeleri[37] de insanın değeriyle ilgilidir.
– Rum 30. ayetinde ifade edildiği üzere, insan hayır üzere yaratılmıştır ve ona kötülük sonradan arız olmaktadır. Yahudi-Hıristiyan geleneğinde de Tevrat’ın “Allah insanı kendi suretinde yarattı.”[38] ifadesine karşın, birey ‘aslî günah’ anlayışı[39] ve ruhbanlığın hem bir ezoterik felsefe olarak Hıristiyanlığa hakim oluşu hem de Kilise dinine dönüşmesi sonucu, sıradan insanın onuru ve özerkliği açısından büyük bir handikap ortaya çıkmıştır. [40]
Varoluşu gerçekleştirme ve kişilik tekâmülü de insanın öncelikle bir anlama ve değere sahip olduğuna ilişkin bir inancı gerektirir. Kur’an-ı Kerim’de insanın değerine ilişkin önemli mesajlar yer alır. Kur’an, her bireyin yaratılışta insanoğlu olarak değerli kılındığını belirtir. Allah’ın ölüm ve hayatı insanın en güzel aktini ortaya koyması için yarattığını vurgularken de onun en iyiyi gerçekleştirebileceği inancını verir:[41]
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…”[42]
Bununla birlikte, bir insan olarak değer taşıyan birey, kişi olarak asıl değerini, varoluş potansiyellerini geliştirdikçe ve kendini gerçekleştirdikçe kazanır.
İnsan bu onurlanma özelliği ile yaratılışta belirlenen, dolayısıyla kimsenin dokunamayacağı ve kendisinin de vazgeçemeyeceği haklara sahiptir.
Bununla birlikte, başlangıçta bir insan olarak ona verilen değere karşın bir birey olarak nötr/tarafsız hâldedir. Yani bireysel öz nötr bir haldedir; inanç ve davranışıyla o, bu nötr çizgisinin altına veya üstüne çıkacak, kişi olarak değerini imkânlarını ancak doğru ve iyi yönde kullandığında oluşturacaktır. Bu nedenle İslâm, insanın değerini koruması için ahlâkî değerler ve sorumluluklar üzerinde durur.
İslâm açısından da insanın onuru, tek başına bireysel özgürlükle değil, aynı zamanda insanın sorumluk bilinciyle de bağıntılıdır. Gerçekten, onur, ontolojik olduğu kadar aynı zamanda ahlâkî bir kavramdır ve sorumluluk anlayışı olmaksızın ahlâkî bir kavram söz konusu olmaz. Bu sebeple nihaî bir temellendirme için, varlık bilgisi, değer bilgisiyle tamamlanmalı, insan onuru sorumlulukla bir arada düşünülmelidir. İslâm açısından, “Allah hem salt özgürlük hem de salt zorunluluktur. İlahî isim ve sıfatların bir tecellisi… olarak insan, hem bu özgürlüğe hem de bu zorunluluğa katılır.”[43] Bu emanet kavramının işaret ettiği üzere, bir yüzü sorumluluk demek olan hakikî özgürlüktür.[44]
Rönesans hareketlerinden sonra ortaya çıkan hukuk hareketlerinde ilk defa milletlerarası Milletler Cemiyeti’nin kurulduğu ve işlediğini -ne kadar işliyorsa- görüyoruz. 1944’ten itibaren Birleşmiş Milletlerin San Francisco’da yapılan merasimlerde, Hasan Saka Başbakan olarak, Numan Menemencioğlu elçi sıfatıyla bu imzayı oraya atıp Birleşmiş Milletler Anayasası’na katıldıktan sonra temel hak ve hürriyetler nazarî olarak Türkiye’ye gelmiş oldu. Ama 1945’ten sonra yavaş yavaş çoğulcu ve katılımcı, laik, liberal esaslarda bir yapı Türkiye’ye girmeye başladı. Bu yapının içine yine Türkiye’nin imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni imzalamamız, arkasından Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’ne iştirak etmemiz, Paris Şartı, Helsinki Şartını imzalamamız, bakın hep devleti arkaya almak suretiyle toplumda bu gibi hak ve hürriyetlerin gerçekleşmesine ve yürürlük kazanmasına sebep olan hareketlerdir.
Burada istediğimiz kadar vahye dayalı esaslar budur, sünnete dayalı esaslar budur diye konuşalım; bizim arkamızda bir güç yok. Ancak fikir oluşturuyoruz, çare ve cevap arıyoruz. Ama Batıda bu söylediğim hareketler ki, en son ve en yakın olanı Birleşmiş Milletler Anayasası burada yer alan temel hak ve hürriyetler hayata intikal ettirilmiştir. Bütün imza atanların iç hukuku haline gelmiştir. Bu iç hukuk meselesi çok önemli. İç hukuk haline geldikten sonra müeyyide hakkına sahip oluyor[45]
Konuya girmeden önce ilgili kavramları netleştirmekte yarar var. Bu maksatla modern hukukta insan hakları deyince ne anlaşıldığını hatırlatmak faydalı olacaktır.
İnsan hakları, tüm insanların sırf insan oldukları için devlete karşı bireyi korumak maksadıyla sahip oldukları kabul edilen haklardır. Dolayısıyla “insan hakları” (humanrights) ile “insanların hakları” aynı değildir. Daha açık bir ifadesiyle, insanların haklarından sadece küçük bir kısmı insan hakları kategorisine girer diğerleri bu kategoriye girmez. Bir hakkın insan hakkı olabilmesi için dört vazgeçilmez şart vardır:
(1) Ferde sırf insan olduğu için—başka bir özelliğinden dolayı değil—verilmiş olması,
(2) Evrensel olarak tüm insanlara eşit bir şekilde tanınması,
(3) Birey ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenlemesi ve vatandaş üzerindeki kamu otoritesinin sınırını çizmesi,
(4) Hukukî yaptırımlarla uygulanması veya daha açık bir ifadeyle söz konusu haklara uymayanları devletin cezalandırılması.
Bu şartlara uymayan haklar “insan hakkı” değildir ve başka kategorilere girer.
Hukukî yaptırım ile uygulanmayan haklar, ahlâkî haklardır. Anne babaya saygı göstermek evrensel bir ahlâkî kuraldır ama bir insan hakkı değildir çünkü hukukî yaptırımı yoktur ve devlete karşı bireyi koruma amacı gütmemektedir. Yaşlılara saygı ve çocuklara sevgi göstermek de bir ahlâkî haktır ancak buna insan hakkı denilmez. Çünkü burada da devlet-vatandaş ilişkisini düzenleyici bir durum olmadığı gibi hukukî bir yaptırım da yoktur.
Modern hukuktaki insan haklarına mümasil haklar İslâm hukukunda da vardır. Bu kategoriye giren haklara İslâm hukukunda çeşitli isimler verilmiştir. Bunlar arasında hukûku’l-âdemiyyîn, zarûriyyât, külliyyât, ismetü’l-âdemiyyîn, hurmetü’l-âdemiyyin gibi terimler vardır. Kerâmetü’l-âdemiyyin de ilgili bir kavram olarak bu bağlamda hatırlanması gereken önemli bir kavramdır.[46]
Tartışmasız, inanan insanlar bir metin geleneğini takip etmektedirler. Bu metin hem bireyleri hem de tarihi kurmaktadır. Öte yandan hem metne hem de tarihe tercüman olma görevi ise insanın omuzlarına yüklenmektedir. Bu görev, insanı sıradan tarihsel bir varlık olmanın ötesine geçirip temel özne durumuna yükseltmektedir. Zira teolojik olarak, insan, hem metnin hem de tarihin dilidir. Eylem alanı olduğu kadar bir yorum alanı da olan tarihi yorumlamada insanın kullandığı dil ise, karşıtlıklar ve gizli hiyerarşik ilişkiler üzerine kurulu bir varlık alanına bağlı olarak oluşan dildir.[47]
Kur’an, dinin tekamüle erdirildiğini ifade etmektedir.[48] Bunun iki anlamı vardır: ilk olarak, yeni bir vahiy indirme dönemi kapanmış ve vahyedilen dinlerdeki ilkelerin hayata geçirilme dönemi başlamıştır. İkinci olarak da, Muhammed İkbal’in vurguladığı şekliyle, artık insan bundan sonra kendi yağıyla kavrulacaktır. Zira Kur’an vahyi büyük vurgularla, insanın rasyonel ve bilimsel yeteneklerini açığa çıkartmaya ve insanın bunların farkında olmasını sağlamaya çalışmaktadır. Her iki durumda da, insan bu süreçte kazandığı bütün yeteneklerini aktif kılmak ve kendisine yüklenen ve altından kalkması emredilen sorumlulukların (‘ukûd)[49] altından kalkacak yeteneklerini geliştirmek zorundadır. Bu sorumluluk alanının (‘ukûd) genişliği, insanın bunun altından kalkacak yeteneklerle donatılmış olmasını gerektirmektedir. ‘Ukûd, bizi dışımızdaki varlıklara (organik ya da inorganik, ideal ya da real, maddi ya da manevi) bağlayan her türlü bağ ve sorumluluktur. Bu sorumlulukların başında da, insanın ruhsal yapısından ve Allah’la ilişkisinden kaynaklanan ilahi sorumluluklar gelmektedir. Her bir sorumluluk alanının denk düştüğü ontik yahut epistemik bir insan yeteneği vardır. Epistemik yetenek olarak insanla ilgili olarak Kur’an’ın lübb, fuad, sadr, kalb, akıl, basiret, vs. vurgusu bu genişliği göstermektedir.[50]
Tanrı’nın evreni yaratmasındaki gai sebep insanlıktır. Tartışmasız, yaptığı her şeyi bir hikmete/gayeye göre düzenleyen Yaratıcı, bu gayesini gerçekleştirecek bilgi, irade ve kudret, vs. sıfatlara sahiptir. Aynı şekilde, evrende etkin ve yetkin güç (halife) olmasını irade ettiği insanı da, önüne koyduğu gayeleri gerçekleştirmesini sağlayacak benzer niteliklerle donatmıştır. Bu donanım, insanın hem ontik/fıtri hem de epistemik/bilgisel yapısında mevcuttur.[51]
İnsan hakları bildirileri ve modern anayasalar, herkes için hayat ve özel mülk edinme hakkını ifade ederken, İslâm herkesin hayat ve mülkünün kutsallığını ve ihlal edilemezliğini vurgular. Fark, birincinin birey üzerinde, ikincisinin ise temel değerlerin objektifliği üzerine vurgu yapmasıdır. Başka bir ifadeyle, bir hakta bir irade ve yetki bir de bunu tanıma ve saygı gösterme durumu vardır. Çağdaş insan hakları birinciden İslâm ise ikinciden hareket eder.
Batılı bireysel hürriyet anlayışı her şeyin ölçüsünün insan olduğu sanısı üzerine kurulu iken, İslâm’da insan, Yaratıcıya karşı kulluk sorumluluğu taşımaktadır. Mutlak adaleti koruyan Allah’ın hakları ise, kul hakkına riayeti de kapsamaktadır. Bu bakış açısından insan haklarına riayet, Allah’a kulluğun önemli bir boyutu; dinî-ahlâkî bir değer olmaktadır.
İslâm’da tevhid ilkesi, insanların aynı yaratıcı irade ile eşit olarak var oldukları, dolayısıyla da eşit hak ve imkânlara sahip olmaları gerektiği inancını içerir. Bunun anlamı, hiç kimsenin öteki insanlar üzerinde, özünden gelen vesayet yetkisi ve zorla iradesini dikte etme hakkı olamayacağıdır. Dolayısıyla insan haklarının iki kavramsal temeli olan eşitlik ve özgürlük, en başta tevhid ilkesiyle temellenmektedir. Tevhid inancıyla insanların eşitliğini dinî bir prensip olarak ortaya koyan İslâm, bunu ırk ve sınıf ayrımını; ruhbanlığı yasaklayarak sosyal alanda da pratize eder.
Kur’an’ın büyük bir kısmı insanı Kur’an’ın insan saygınlığı vizyonunu gerçekleştirmekten insanı alıkoyan gelenekçiliğin, her türlü (dinî, siyasî, iktisadî vs.) otoriteryenizmin(topluluğun bir otoriteye teslim olduğu bir sosyal durum), kabileciliğin, köleliğin vs. esaretinden kurtarmaya yöneliktir. Peygamberin bile insanların vekili ve koruyucusu gibi davranamayacağını, onlar üzerinde vesayeti olamayacağını vurgulamaktadır.[52]
Kur’an’ın yaratılış öğretisi, insanın yeryüzüne bir imtihan süreci yaşamak için geldiğini vurgular. Ahiret inancı ve imtihan öğretisi, insanların inanç ve amellerinde hür olması, bunlardan öteki âlemde sorumlu tutulması anlamına gelmektedir. [53]İslâm’da insanın amellerine ilişkin hükümler de ancak öteki insanlara verdiği zarar bakımından dünyada yaptırıma konu olabilir. Başka bir ifadeyle, İslâm’a göre, aslolan cezanın ahirete kalmasıdır. Çünkü dünyada verilmesi, insanın dünyada denenmek için yaratıldığı manasına aykırıdır. Dolayısıyla imtihan öğretisi, tabiî olarak özgür iradeyi ve hukukî-siyasî özgürlüğü zorunlu kılar.[54]
Baskı ve zorlamanın beşerî iradenin önüne geçmesi hâlinde imtihan olayı gerçekleşemez. Bu nedenle, imtihan kavramında ‘bireysel hürriyet’ ile ‘bireysel sorumluluk’ bir madalyonun iki yüzü gibidir.
İslâm’a göre kişi, Allah’ın insan için belirlediği hak ve hürriyetin kendisinden (özünden) vazgeçemez veya onu başka mercilere devredemez. Bu, Allah’ın iradesine isyan demektir. Çünkü gerek irade hürriyeti gerekse kişi hürriyeti, yeryüzünde halife olan insanın bir imtihan sürecinden geçiyor olmasıyla ilgilidir. Nasıl ki, insan bu imtihandan çıkamazsa, kişi hürriyetinden de vazgeçemez. Ayrıca, sorumluluk bireysel olduğu için insan özgürlüğünü başka bireylere emanet edemez. Aynı şekilde insan, başkasının özgürlüğünü de kaldıramaz.[55]
Hikmet-i ilahî, insana yeryüzünü imar için büyük bir tasarruf imkânı ve imtiyazı; sorumluluk ve özgürlük verilmesini gerektirmiştir. Bir ahlâk toplumu oluşturmak üzere insanın yeryüzüne halife ve varis kılınması, adaleti hâkim ve kaim kılabilme olanaklarının bahşedilmesi, bu imkân ve yetkilerin yaratılış özelliğinde (fıtrat) mündemiç olması da onun özgürlüğünü gösterir. Ne bireyler ne de siyasî toplum bu ilahî hikmete saygı gösterme yükümlülüğünden muaf olabilir. Kur’an, bu konudaki ilahî takdir ve hikmete saygıyı, etkili bir üslupla ifade etmektedir. Tebliğ ve yönlendirmede insanın saygınlık ve onuruna uygun muamelede bulunmak gereğini bildirmektedir: İnsanın yaratılışını anlatan ayetlerde, meleklerin insanın kan dökecek ve bozgunculuk yapacağını söylemelerine karşın Allah’ın ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” demesi,[56] özgürlüğün taşıdığı değerle ilgili olsa gerektir. Yine Kur’an, insanlar arasında ihtilâf ve kanlı çatışmalara, çeşitli kötülüklere yol açma pahasına olsa da insanın özgür yaratıldığını bildirir:
“…Allah dileseydi, bunların arkasındaki ümmetler, kendilerine o deliller geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler, kimi iman etti, kimi inkâr etti. Yine Allah dileseydi, birbirlerinin kanına girmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.”[57]
Özgürlük, birey ve toplum için çok büyük bir risktir; özellikle toplumsal ayrılık ve kanlı çatışmalara sebebiyet verecek kadar özünde ihtilâf taşımaktadır. Bununla birlikte Allah tarafından irade edilmiş olması, onun ilahî bir hikmet olduğuna işaret eder. Ayete göre, Allah, insanları günaha karşı hacz altına almayı irade etmemiştir.[58]
Kur’an’da “hürriyet” kavramı geçmese de yeryüzünün insana sunulmuş olması, insanın bir ahlâk toplumu oluşturmak üzere insanın yeryüzüne halife ve varis kılınması da özgürlüğün bir yaratılıştan gelen bir gerçeklik olduğunu gösterir. Kur’an’a göre Allah bile insanı iradesinin aksine zor yoluyla kontrol altına almamaktadır: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? [59]
Bireysel özgürlüğün bir realite oluşuna ilişkin bu tasvirden şu iki normatif sonuca ulaşabiliriz:
1) Bireyin hürriyetine saygı, hukukî bir gerekliliktir.
2) Bireysel hürriyeti bilinçli biçimde kullanmak, dinî bir yükümlülüktür.
İslâm, özgürlüğü fıtrî bir vakıa olarak kabul eder. Müslüman araştırmacıların İslâm’da seyahat özgürlüğünü göstermek için kullandığı “Yeryüzünde dolaşın da bakın…”[60]anlamındaki ayetler de seyahat ve yerleşim özgürlüğünü belirtmek için gelmediği gibi, Kur’an da olan ve zaten olması gereken bu gibi durumlar üzerinde ayrıca durmaz. Eğer hürriyet, fıtrî bir olgu ise, hukuken de bir hak olmalıdır, hukuk insan tabiatına aykırı olamaz.
O halde, hürriyet hukuk ile sınırlanabilir. Bu haricî bir sınırlamadır. İnsan inancı gereği de “kötü” ve “günah”tan da kaçınır, kaçınmalıdır. Bu ise içsel bir sınırlamadır. İslâm, hem birinciyi hem de ikinciyi emreder. Çünkü ikinci, birinciyi de koruyan itikadî ve ahlâkî bir temeldir.[61]
İslâm’a göre, dünya bir imtihan yurdu olduğu gibi bir hürriyet alanıdır da. Ama bu alanın üzerinde negatif ve pozitif yükümlülükler (nehyedilenler ve emredilenler; haramlar ve vacipler) ile belirlenen çeşitli sınırlar vardır.
Dolayısıyla hürriyet, asıldır ve hayat onun üzerinde var olur. Hayat, “el-Hayy”, “el-Muhyî” olan Allah’ın ihsanı olduğu gibi hürriyet de Allah’ın bir ihsanıdır. Aslında, hayat hürriyet demektir; varlıkta hayat seviyesi yükseldikçe, hürriyet de yükselir. Bitkilerden insana doğru hürriyet, hayatiyetin yükselişine eşlik eder.
Hz. Peygamber’in Allah’ın hakkında sükût ettiği şeylerden insanların muaf olduğunu belirtmesi[62] de “Eşyada aslolanibâha (serbestlik)dır.” şeklinde ifadesini bulan ‘aslî hürriyet (el-berâetu’l-asliyye)’ prensibini vermektedir. İbn Abbas da Kur’an’da sükût geçilen şeylerin, Allah’ın bağışladığı şeylerden olduğunu söylemiştir.[63] Bundan hareketle denebilir ki, eğer Kur’an’da bir konuya ilişkin bir yasaklama ve sınırlama yoksa o, insan için fıtrî bir olgudur; onu sakıncalı hale getiren bir hal, bir özellik ortaya çıkmadıkça, aslen mubahtır. Başka bir deyişle nasslarla bildirilen ya da usulüne uygun içtihatla gerekli olduğu anlaşılan bir sınırlama yoksa insan davranışlarında özgürdür.[64]
- Sonuç
Tanrı’dan ateşi “çalan” Prometheusçu insan anlayışı ile Tanrı’nın “Adem’e eşyanın isimlerini öğrettiğine” inanan insan anlayışı neredeyse birbirine zıt Tanrı-İnsan ilişkisinden farklı olduğu şüphe götürmeyen bir durumdur. Tanrı’dan ateşi çalan insanın Tanrı anlayışı ile Tanrı’nın kendisine bizzat “bilgi”yi öğrettiği insanın Tanrı anlayışı da sadece farklılıktan ibaret kalmayacak insanın bilim yapma ve bilgi anlayışına da etkileri olacaktır.[65]
Despotizm ve istibdat, özgürlüğü, insan haklarını ve birarada barış içinde yaşamayı ortadan kaldırmaktadır. Din, istibdat ve despotizmi meşrulaştıran bir araç olarak insanlığa karşı kullanılamaz. Dinin, iktidar ve sömürü aracına dönüştürülmesi barışı ortadan kaldırıp şiddeti doğurmaktadır. Dinin araçsallaştırılması, ayetlerin kılıçlara yazılması ve Kur’an’ın mızraklara takılması, dini sonu gelmeyen iktidar çatışmalarının aracı haline getirmektedir.
Dini araçsallaştırmamak için İslam’ın içselleştirilmesi, Kur’an’ın mızrakların ucunda değil zihinlerde anlaşılması ve ayetlerin kılıçlara değil kalplere yazılması gerekmektedir. Medine sözleşmesinde din, iktidar için araçsallaştırılmamıştır. İnsanları birarada baskı ve zor kullanarak tutmak mümkün değildir. Hak ve özgürlüklerini güvence altına alarak insanları, gönüllülük temelinde birarada tutmak mümkün olabilir. Medine Vesikası dinsel, etnik, dilsel ve kültürel grupların farklılığını tanıma, onların temel hak ve özgürlüklerini hukukun teminatı altına alma esasına dayanmış, böylelikle çok sayıda din, mezhep, kavim ve kültür bir arada yaşama imkânı bulmuştur. Medine Vesikası sayesinde, Medineliler bir birlik oluşturmuş ve birbirlerini daha iyi tanıma fırsatına kavuşmuştur. Peygamber, bir kral veya politikacı olarak değil, sokaktaki bir insan olarak, bu sözleşmenin öncülüğünü yapmıştır. Medine Vesikası, sahici bir sosyal ve siyasî kurucu metindir. [66]
İnsan haklarının korunması, en önemli insanî sorumluluktur. İslam Peygamberi, peygamberlikten önce Cahiliye dönemindeki insan hakları ihlallerine karşı kurulan Hilf’ulFudul hareketine katılmıştır. Hilf’ulFudul hareketi, insan haklarını koruma temelinde şu ahit etrafında oluşmuştur. “Allah’a andolsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız”[67]
KAYNAKÇA
AKDEMİR Salih; İnsan Onurunun İslam ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
ARIDOĞAN, Recep; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.96.
DAM Hasan, Meryem Karataş, Değerler Eğitimi Açısından Veda Hutbesinde İnsan Onuru, PamukkakleÜnv. İlahiyat Fakül. Dergisi, 2014 Yıl 1. Sayı 2, s, 54.
DAVUTOĞLU Ahmet, Medeniyetlerin Ben İdraki, Divan 1997/1, s. 13.
DÜZGÜN Şaban Ali, İnsan Yetkinliğinin Teolojik Olarak Temellendirmenin İmkanı; Kelam araştırmaları, 4:2 (2006) S. 12
elİSFEHANİRağıp, Müfredat,”İns” Pınar Yay. İstanbul 2012, s.150.
ERUL Bünyamin, “Veda Hutbesi”İslam AnsiklopedisiTDV, İstanbul 2000, c.42, s. 592-593;
GÜLER İlhami; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
GÜNDÜZ, Aslan,“İnsan Hakları”İslam AnsiklopedisiTDV, İstanbul 2000, c. XXII. 324-325.
HAMİDULLAH, Muhammed; “HılfulFudul”İslam AnsiklopedisiTDV, İstanbul 1998 c.18 s. 32.
KUTLU, Sönmez; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
KUTLUER İlhan;“İnsan” İslam AnsiklopedisiTDV İstanbul 2000, c. XXII. s. 320.
KUTSAL Kitap, İncil, Yuhanna, I/29; Romalılar, 5/18 Vd. Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul 2009, S. 1206.
KUTSAL Kitap, Tevrat, Yaratılış I/ 27, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul 2009, s 2.
LİSANU’L Arap; “ins”daru’lkutubu’l ilmiye, Beyrut 2013. c. IV, s.126.
NASR, Seyyid Hüseyin; İslâm’da Düşünce ve Hayat(trc. Fatih Tatlılıoğlu), İst. 1981, s. 28.
ÖZAFŞAR, Mehmet Emin; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
ÖZKAN Mustafa; “Medine Vesikası”İslam AnsiklopedisiTDV İstanbul 2000, c.EK-2, s. 212-215.
REÇBER,Sait; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
RUSSELL, Bertrand; Sorgulayan Denemeler, Tübitak Yay, Ankara 2003.
SAMBUR,Bilal;Medine Vesikasının Özgürlük ve Çoğulculuk Açısından Tahlili, Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 19, Sayı76, Güz 2014, s. 180.
SELÇUK Mualla, İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
ŞATIBÎ, el-Muvâfakât, I, 151.
ŞENTÜRK Recep; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.22-23.
TOKAT, Latif;Modern Batı Dünya Görüşünün Tanrı Ve İnsan Tasavvuru Açısından Tahlil Ve Eleştirisi,BilimnameXxxıv, 2017/2, 121.
TUĞ, Salih; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.19-20.
YILMAZ,Musa Kazım;İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası, Köprü Dergisi, 2009, kış 105. Sayı.
*
Bu bilgi insan tanımlaması yapılırken kullanılabilir.
İnsan;
• Tıpta: Fizyolojik bir yapı,
• Sosyolojide: Toplumun bir üyesi,
• Psikolojide: Farklı bir benlik sistemi ve yaratıcılığın unsuru,
• Ekonomide: Sistem içinde bir birim,
• Teolojide: Tanrının yarattığı en mükemmel canlı,
• Antropolojide: Kültürün işlediği bir varlık, olarak belirlenmektedir.
“Sokrates, insan varlığının, ruh ile beden ikilisinden meydana geldiğini söylemekte. Ona göre Bu ikilide beden, ruhun bir aleti durumunda. İnsanın aslını ise ruh meydana getiriyor. O ruh, gerçeğin kendisinde gizli olduğu bir cevher… ” ( Sokrates Davası, Yaşar Şahin Anıl, Ara Yayınevi, s. 66 ).
*
Bu kısım metindeki 9. Sayfada ““İnsan Hakları” Terkibinin Tarihsel Süreci” başlığından hemen önce veya bu başlığın giriş cümlesi olabilir. Metinde hak kavramı ile ilgili bilgi eksik kaldığı için.
Hak kavramı
“JackDonnelly’e göre, hak kelimesi neredeyse bütün dünya dillerinde ahlaki, hukuki ve siyasi anlamlar içermektedir. Ahlaki anlamda doğru, doğruluk ve gerçek gibi anlamlara gelirken, siyasi ve hukuki anlamda ise haklara sahip olmayı kapsar. Örneğin, İngilizcede “right” kelimesi hak, sağ taraf, doğru, doğruluk ve gerçek gibi anlamlara gelirken, Türkçe’de de doğru, doğruluk, adalet, gerçek, kazanç, pay ve yaratıcı anlamına gelir. Hukukta haklar ise, diğer farklı anlamlar yanında hukuki salahiyet, bir şey üzerinde malikiyet, sözleşme yapma, dava açabilme gibi yetkileri kapsar.
[1]Lisanu’l Arap; “ins” daru’lkutubu’l ilmiye, Beyrut 2013. c. IV, s.126.
[2] İlhan Kutluer; İslam Ansiklopedisi, Tdv, “İnsan” İstanbul 2000, c. XXII. s. 320.
[3]Rağıp el İsfehani, Müfredat,”İns” Pınar Yay. İstanbul 2012, s.150.
[4]İlahankutluer; a.g.e, s. 321.
[5]Rağıp el İsfehani, a.g.e, s. 150.
[6] İnsan 76 :1-2.
[7] Şaban Ali Düzgün, İnsan Yetkinliğinin Teolojik Olarak Temellendirmenin İmkanı; Kelam araştırmaları, 4:2 (2006) S. 12
[8]Recep Şentürk; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.22-23.
[9] Ahmet Davutoğlu, Medeniyetlerin Ben İdraki, Divan 1997/1, s. 13.
[10]Araf 7: 23
[11]En’am 6: 102.
[12]Şaban Ali Düzgün, İnsan Yetkinliğinin Teolojik Olarak Temellendirmenin İmkanı; Kelam araştırmaları, 4:2 (2006) S. 11-12
[13] Rum 30:30.
[14] Ali İmran 3: 64.
[15]Şaban Ali Düzgün; a.g.m. s. 14.
[16]Ahmet Davutoğlu, Medeniyetlerin Ben İdraki, Divan 1997/1, s. 13.
[17]BertrandRussell, Sorgulayan Denemeler, Tübitak Yay 2003 Ankara.
[18]Latif Tokat, Modern Batı Dünya Görüşünün Tanrı Ve İnsan Tasavvuru Açısından Tahlil Ve Eleştirisi, BilimnameXxxıv, 2017/2, 136-138.
[19]Şaban Ali Düzgün; a.g.m. s. 14.
[20]Mustafa Özkan; İslam Ansiklopedisi, Tdv, “Medine Vesikası” İstanbul 2000, c.EK—2, s. 212-215.
[21]Musa Kazım Yılmaz,İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası, Köprü Dergisi, 2009, kış 105. Sayı.
[22]Bilal Sambur; Medine Vesikasının Özgürlük ve Çoğulculuk Açısından Tahlili, Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 19, Sayı76, Güz 2014, s. 180.
[23]Bünyamin Erul, Tdv, “Veda Hutbesi” İstanbul 2000, c.42, s. 592-593; (Müsned, VII, 307, 330, 376; Buhârî, “Ḥac”, 132, “Meġāzî”, 78; Müslim, “Ḥac”, 147; EbûDâvûd, “Menâsik”, 56, 61; Tirmizî, “Tefsîrü’l-Ḳurʾân”, 10; İbn Mâce, “Menâsik”, 76, 84; Vâkıdî, III, 1103, 1110-1111; İbn Hişâm, IV, 259-261; İbn Sa‘d, II, 183-186; Câhiz, II, 31-33; Taberî, III, 150-152
[24]Hasan Dam, Meryem Karataş, Değerler Eğitimi Açısından Veda Hutbesinde İnsan Onuru, PamukkakleÜnv. İlahiyat Fakül. Dergisi, 2014 Yıl 1. Sayı 2, s, 54.
[25]Aslan Gündüz, İslam Ansiklopedisi, Tdv, “İnsan Hakları” İstanbul 2000, c. XXII. 324-325.
[26]Bilal Sambur; a.g.m., s. 182.
[27] Mualla Selçuk, İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[28] Salih Akdemir; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[29] İlhami Güler; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[30] Sait Reçber; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[31] Sönmez Kutlu;İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[32] Mehmet Emin Özafşar; İnsan Onurunun İslam Ve Hıristiyan Geleneklerindeki Temelleri, AÜİFD XLVI (2005), Sayı II
[33] Recep Şentürk; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.21.
[34] Recep Şentürk; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.23-26.
[35] Mümin 40/64; Teğâbûn 64/3; Tin 95/4
[36]İsra; 17/70.
[37] Bakara 2:34. Araf 7/11; el-İsrâ 17/61; Kehf, 18/50; Taha, 20/116.
[38]Kutsal Kitap,Tevrat, Yaratılış I/ 27, Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul 2009, s 2.
[39] Kutsal Kitap, İncil, Yuhanna, I/29; Romalılar, 5/18 Vd. Kitabı Mukaddes Şirketi İstanbul 2009, S. 1206.
[40] Recep Arıdoğan; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.96.
[41] Recep Arıdoğan; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.96-97.
[42] Mülk 67/2; Kehf 18/7.
[43], Seyyid HüseyinNasr, İslâm’da Düşünce ve Hayat (trc. Fatih Tatlılıoğlu), İst. 1981, s. 28.
[44] Recep Şentürk; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.97.
[45] Salih Tuğ; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.19-20.
[46]Recep Arıdoğan; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.22.
[47]Şaban Ali Düzgün; a.g.m. s. 15.
[48]Maide 5: 3.
[49] Maide 5: 1
[50]Şaban Ali Düzgün; a.g.m. s. 18.
[51]Şaban Ali Düzgün; a.g.m. s. 37.
[52] Recep Arıdoğan; Kuran ve Sünnete Göre Temel İnsan Hakları, Ensar Neşriyat, İstanbul 2014 s.103.
[53]Neml 27: 92.
[54] Recep Arıdoğan; a.g.m.,103-104.
[55] Recep Arıdoğan; a.g.m.,104.
[56] Bakara 2/30.
[57] Bakara 2/253.
[58] Recep Arıdoğan; a.g.m.,105.
[59]Yûnus, 10/99; Ayrıca bkz., Şuara, 26/4; En’am, 6/149.
[60] Ankebut, 29/20; Al-i İmran, 3/137; En’am, 6/11; en-Nahl, 16/36.
[61] Recep Arıdoğan; a.g.m.,106-107.
[62]Tirmizî, Libas 6; İbn Mace, Et’ıme 60; Dârekutnî, Radâ 4, 184.
[63]Şatıbî, el-Muvâfakât, I, 151.
[64]Recep Arıdoğan; a.g.m.,107.
[65] Latif Tokat, Modern Batı Dünya Görüşünün Tanrı Ve İnsan Tasavvuru Açısından Tahlil Ve Eleştirisi, BilimnameXxxıv, 2017/2, 121.
[66]Bilal Sambur, a.g.m, s. 181-182.
[67]Muhammed Hamidullah; “ HılfulFudul” TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1998 c.18 s. 32.
